Merhabalar, Psikoloji Der ki podcast serisine yeniden hoşgeldiniz. Ben Bahattin Bakır.
Bu bölümde sizlerle biraz çocukluğumuzu konuşacağız. Psikoloji, psikoterapi denildiğinde ilk aklımıza gelen şeylerden biri çocukluğumuza inilmesi, çocukluk anılarımız vs olabiliyor. Gerek sosyal hayatımda gerekse görüşmelerimde en çok duyduğum şeylerden birisi “çocukluğa inmek” oluyor. Hal böyle olunca da ben de çocukluk dönemimizde yaşadıklarımız hayatımızda nasıl bir etkiye sahip, çocukluğumuzun psikolojide nasıl bir yeri var, terapide çocukluğa inmek şart mıdır gibi soruları biraz ele almak istedim. Kısacası bu bölümde “Psikologların çocukluğumuzla ne derdi var?” biraz bunu konuşuyor olacağız.
Başta da söylediğim gibi çocukluk dönemimiz, çocukluk yaşantılarımız, doğduğumuz ev vs. psikoloji ya da psikoterapi denilince en sık dile getirilen konulardan birisi. Hatta bazen terapi denildiğinde direk akla “çocukluğa inmek” gelebiliyor. Tabi ki de terapi dediğimiz şey sadece çocukluğa inmek demek değil ki hatta bazı ekollerde çocukluk çok da ele alınmaz ve “şimdi ve burada” ya odaklanılır.
Gelgelelim ki haklı da bir yanı var bu kadar dile getirilmesinin. Çünkü geçmişte -özellikle de bebeklik ve çocuklukta yaşadıklarımız, edindiğimiz deneyimler, davranış örüntülerimiz, hayata dair bakış açımız, bakım verenimizle kurduğumuz bağ ve çok daha fazlası yetişkinlikte de hayatımızı yönlendirebiliyor. Aynı zamanda insanlarla kurduğumuz ilişkilerden duygularımızla nasıl baş edeceğimize dair pek çok alanda da bizi yönlendirebiliyor bu çocukluk yaşantılarımız. Kısaca bu sebepten ötürü de psikoterapide ve özellikle de bazı terapi ekollerinde geçmiş yaşantılarımız çok önemli bir yeri var.
Bu bölümde esas amacım geçmiş yaşantıları bu kadar önemli kılan nedir? Biraz bu detaylara değinmek. Neden bebekliğimiz/çocukluğumuz hayatımıza yön verecek kadar güçlüdür bu soruya biraz cevap aramak. Zaten pek çok cevap var ama ben cevabı biraz gelişimimizde özellikle de bebeklikte beyin gelişimimizde arayacağım. O yüzden şimdi yavaşça çocukluğumuza doğru inebilir ve gelişimimize kısaca göz atabiliriz.
Çocukluğumuza doğru inerken öncesinde uğramamız gereken bir durak var. O da beynimizdeki bilinçli ve bilinçli olmayan sistemler… Evet beynimizde bazı işlevlerin bilinçli bazılarının da bilinçdışı şekilde işlediğini zaten biliyoruz. Bu çok sık duyduğumuz bir şey… Biraz da bunların niteliklerinden bahsetmek gerekiyor.
Beynimizdeki bilinçdışı sistemler bilinçli sistemlere göre nispeten daha hızlı şekilde çalışır ve harekete geçirir. Aynı zamanda bu bilinçli olmayan sistemler genellikle bizi hayatta tutmak için var olan sistemlerdir. İşin içine hayatta kalmak girdi mi de bu faaliyet çok hızlı, çok otomatik ve çok otonom bir hal alır. Yani konu hayatta kalmak olduğunda beynimiz kontrolü bizim elimize vermez direksiyonun başına tamamen kendisi geçer ve biz fark etmeyiz bile. Örneğin; sıcak bir şeye dokunduğumuzda hızlıca elimizi çekeriz, trafikte acı bir korna ya da fren sesi işitince tüm vücudumuz hızlıca alarma geçer, yoldan geçerken üzerimize doğru kontrolsüzce gelen bir araba olsa kısacık bir anda kendimizi kaldırıma atıveririz gibi gibi…
Yani bilinçdışı işleyen bu faaliyetler bilinçli işlere göre çok daha hayati bir öneme sahiptir ve bilincin devrede olduğu faaliyetlerden çok daha hızlı bir şekilde çalışır. Bu bilinçli olmayan davranışlar bizi harekete geçirdiğinde ise neyi neden yaptığımızın çok da farkında olmayız. Ne yaptığımızın farkına vardık diyene kadar da çoktan uyarılmış ve harekete geçmişizdir, duygularımız, anılarımız, davranışlarıız alevlenmiştir. İşte bazen koca bir hayatı böyle böyle neyi neden yaptığımızın farkına varmadan ya da fayda versin vermesin aynı şeyleri tekrar tekrar yaparak geçirir ve günün sonunda bunu normal sayarız, zaten ben kendimi bildim bileli böyleydim diye düşünürüz.
Bu bilinçli sistemler ve bilinçli olmayan sistemlerin niteliğine dair bilgiyi yanımıza alarak duraktan ayrılabilir ve rotamızı doğduğumuz günlere, bebekliğimize, çocukluğumuza çevirebiliriz. Çünkü bu sistemlerle bebeklikteki beyin gelişimimiz arasındaki bağ bizim hayatımızı yönlendiren güçlü bir etkiye dönüşüyor.
Gerek doğum öncesinde gerekse doğumdan sonra yaşamın ilk yıllarında beynimiz inanılmaz bir hızla gelişimini sürdürür. Ve bu gelişim esnasında öncelik yine hayati fonksiyonlara verilmiştir. Yani yine otonom ve bilincin devrede olmadığı sistemler daha önce gelişir.
Tabi ki bu gelişim esnasında da beynimiz çevreden fazlasıyla etkilenir. Ailemizin bakımverenimizin davranışlarından, çevremizde yaşanan olaylardan, sosyal duygusal gelişmelerden ve daha pek çok şeyden… İşte bu gelişim esnasında da bu bilincin çok da devrede olmadığı sistemlere dünyaya dair algımız, kendilik değerimiz, kişiliğimize dair detaylar gibi gibi şeyler deyim yerindeyse kazınır. Yani bu dünya güvenli bir yer mi, ben değerli bir insan mıyım, sosyal hayatımda nasıl davranmalıyıım, duygularımla nasıl baş etmeliyim gibi gibi pek çok şeyi bu dönemde bilinçdışı sistemlerimize kazıyarak öğreniriz ve her şeyden ilginci de bu dönemde neyi nasıl ve neden öğrendiğimizi hatırlayamayız. Ancak bunları öğrenmişizdir hem de bizi hayatta tutacak şeyler olarak zihnimize kodlayarak… Bir de bunlar yetmezmiş gibi bilinç dediğimiz şey gelişimini neredeyse 20li yaşlarda tamamlar diyebiliriz.
İşte bebekliğimizde çocukluğumuzdaki beynin bu hızlı gelişimi ve bu gelişimin önemli oranda bilinçli olmayan sistemlere ayrılmış olması, çocukluğumuzun hayatımızın geri kalanında orantısız bir şekilde güçlü bir etkiye sahip olmasına neden olur. Hal böyle olunca da eğer o dönemde dünyaya, benliğimize dair olumsuz bir algı geliştirdiysek ya da bizi sürekli sıkıntıya sokacak bir davranış örüntüsü içinde kaldıysak bu durum bizim geleceğimize, yetişkinlikteki hayatımıza, ilişkilerimize ve davranışlarımıza yansır. Tüm bunlar da o kadar fark edilmez bir şekilde olur ki biz bunu hayatın normal akışı, benliğimizin değişmez parçası olarak görürüz.
Bu durumu daha anlaşılır kılmak için birkaç örnekle açıklamak daha iyi olacaktır. Örneğin bağlanma stilleri dediğimiz bir durum söz konusu. Doğduğumuz ilk andan itibaren bakımverenimizle -ki genellikle bu annemiz olur bir bağ kurarız. Bize bakımveren kişinin ihtiyaçlarımıza ve isteklerimize yanıt verip vermemesi, ya da nasıl karşılık verdiği gibi durumlar oluşan bağın niteliğini etkiler. Bakımverenle kurduğumuz ilişki sonucunda kimimiz güvenli bir bağlanma geliştiririz, kimimiz kaygılı, kimimiz ise kaçıngan… Örneğin annemiz ihtiyaçlarımızı karşılamada bazen hızlı bazen yavaş kaldıysa, bazen karşılayıp bazen karşılayamadıysa bu tutarsızlık bizi daha kaygılı olmaya iter ve dünyanın çok da güvenli bir yer olmadığı algısı zihnimize kazınır. Ya da annemiz isteklerimizi karşılamada ya da bize sevgi göstermede daha tutarlı olduysa dünya bizim için daha güvenli bir yer olur ve daha güvenli bir bağ geliştiririz.
İşte bebeklikte geliştirdiğimiz bu bağ sadece bebeklikle kalmaz. Hem bebeklikte hem çocuklukta hem de yetişkinlikte bizim dünyaya dair algımızı, duygu ve davranışlarımızı yönlendirir. İnsanlarla ilişkilerimize yansır, romantik ilişkilerimizdeki davranışlarımıza-beklentilerimize yansır. Çocukken güvenli bir bağ kurduysak ilişkimizde de daha güvenli bir çizgide gideriz. Sorunları yönetirken daha dengeli şekilde hareket eder, duygularımızı kabul etmeye daha yatkın oluruz. Güvensiz bir bağ kurduysak da ilişkide daha kaygılı bir örüntü çizebiliriz. Partnerimizden uzak kaldığımızda ilişkiyi ve kendimizi tehlikede hissederiz, ilişkide sevildiğimize ikna olmakta zorluk yaşarız ya da sürekli sevildiğimize dair bir teminat arayışı içinde olabiliriz. İşte ta bebeklikte edindiğimiz bu bağlanma stili hayatımızı yönlendirebilir. Bağlanma konusunu daha sonra daha detaylı konuşacağımız için burada daha fazla uzatmıyorum ama biraz da hayatın içinden örnekler vermek daha iyi olabilir.
Örneğin geçmiş yaşantımızda bizi fazlasıyla yıpratan, zorlayıcı ya da travmatik dönemlerden geçtiysek bu yaşantılar da bizi ilerleyen hayatımızda takip edebilir ve biz bilinçdışı bir şekilde neden yaptığımızı bilmeden yapmaya devam ederiz. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birini geçtiğimiz aylarda vefat eden Cüneyt Arkın’ın bir röportajında dinlemiştim. Cüneyt Arkın ünlü olmadan önce çok fazla maddi sıkıntı ile boğuşmuş birisi… Hatta röportajda o kadar açlık çektik ki aç uyuduğumda yemek değil sadece ekmek görürdüm rüyamda diye belirtiyor. Dolayısıyla açlıkla hatta ekmek bile bulamamakla geçirdiği günler ve zorluklardan geçmiş. Yine aynı röportajda ünlü olduktan, varlıklı olduktan sonra da geceleri yatarken başucuna ekmek koyarak uyuduğunu söylüyor. Uzun süre de bunu neden yaptığını çok fark etmeden yapmış. Ancak bigün eşi senin ekmeğe karşı ayrı bir hassasiyetn var galiba deyince biraz daha anlayabilmiş aslında. Bu röportajı dinlemenizi de ayrıca tavsiye ederim.
İşte tüm podcast boyunca anlatmaya çalıştığım şey biraz da bu. Bebekliğimizin bu kadar etkili olmasının en önemli sebebi bu bilinçdışı ve hayati sistemler diyebiliriz. Psikoterapi dediğimiz şeyin bir amacı da bu bilinçdışı durumları biraz daha bilinç düzeyine çıkarabilmek ya da yaşantımıza bilinçli bir farkındalık katarak neyi neden yaptığımızı anlamlandırmaktır diyebiliriz. Dolayısıyla da terapi denilince akla ilk gelen şeylerden birinin çocukluğa inmek olması biraz da bu nedenledir.
Tamam bu bilinçdışı durumu bilince taşıdık ve bilinçli farkındalık kattık diyelim ne işimize yarayacak diyebilirsiniz. Ancak bir şeyi değiştirmenin ilk ve en önemli adımı fark etmektir diyebiliriz rahatlıkla. O yüzden terapiye gidin gitmeyin fark etmez hayatınızda yolunda gitmeyen şeyler varsa, sürekli aynı kısır döngülerin içinde sıkışmış hissediyorsanız biraz daha şöyle bir yavaşlayıp bunu neden yapıyorum neden yaşıyorum diye sormak iyi olabilir.
Bu konuda elbette çok daha fazla şey söylenebilir ama daha fazla uzatmaya gerek duymuyorum. Ancak daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenlere ki özellikle meslektaşlarıma “Terapi Neden İşe Yarar” isimli kitabı önerebilirim.
Bugün kısaca çocukluk döneminde yaşadıklarımız neden hayatımızda önemli bir yere sahiptir kısaca bundan bahsettik. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölüme kadar tekrar hoşçakalın, görüşmek dileğiyle…